Babalar Günü
13 Haziran 2015 | Posted by cemalhaki under Genel |
Mümtaz Bey yoğun geçen yorucu bir günün sonunda annesini ziyarete gitmiş, bir müddet devam eden hal hatır faslından sonra uyumak için annesinin serdiği döşeğin üzerine kendisini bırakıvermişti. Naftalin kokan, beton gibi ağır yün yorganın altına girdiğinde soğukla olan irtibatı bir anda kesilmiş, annesinin her zamanki gibi iyi geceler temennisinden sonra ışıkları söndürmesiyle uyuması için gereken ortam şartı kusursuz bir şekilde sağlanmıştı.
Evin önündeki sokaktan zaman zaman geçen otomobillerden içeri süzülen ışık demetlerinin haricinde, oda neredeyse zifiri karanlık bir haldeydi. Yaşça kendinden büyük olan ve hemen karşısında ayakta dikilen duvar saatinin sarkacının basit harmonik hareketiyle oluşan tik-tak sesini de saymazsak eve adeta mutlak bir sessizlik hükmediyordu. Öte yandan Mümtaz Bey kafasını yastığa koyduğu an uykuya dalabildiğini bildiğinden birkaç dakika içinde derin bir rüya âlemine dalacağını umuyor ancak bir türlü uyumayı beceremiyordu. Yorgun bünyesine şifa niyetine göz kapaklarını kapatıp hayal dünyasına dalmaya çalışırken; saatin hipnotize edici sesi kendisini adeta bir zaman tüneline sokuyor, onu müthiş bir çekim kuvvetiyle çocukluğunun en derin merhalesine sürüklüyordu.
Uzun bir dalıştan sonra nihayetinde Mümtaz Bey bast-ı zaman akıntısının da etkisiyle hafızasının en dip noktasına ulaşmıştı. 27 sene öncesiydi. Henüz 5 yaşındayken, lastikli pantolon askısı ve kısa kollu gömleğiyle dışarıda arkadaşlarıyla oyun oynuyor, Uludağ’ın kekik kokulu yamacında çocukluğunun adeta keyfini çıkarıyordu. Sabahki kahvaltıdan sonra çıktığı sokaktaki içtimai hayata ayak uydurmuş, arkadaşlarıyla oldukça şen şakrak bir gün geçiriyordu. Az sonra öğle yemeği için oyununa ara verip eve geri dönecek, mutfakta kendisine ayrılan terekte duran ve kimden geldiğini bilmediği Alman çikolatalarının cazibesine kapılarak yemek yemek yerine annesinden gizlice çikolata deryasına dalacaktı. Sonrasında ise tekrardan sokağa fırlayacak, arkadaşlarıyla kurduğu mahalle takımı eşliğinde rakipleriyle sokak maçı yapacaktı.
Uzun süren bir oyun maratonundan sonra nihayetinde hava yavaş yavaş kararıyordu. Büyükler için namaz vaktini simgeleyen akşam ezanı, çocuklar için sanki maçlarının bitiş düdüğü hükmündeydi. Mümtaz da arkadaşları gibi evin yolunu tutmuş, akşam yemeği için kendisini bekleyen annesinin kızmaması için olabildiğince hızlı adımlarla evine doğru dönmeye koyulmuştu. Kuş cıvıltısı eşliğinde çalan zili duyan abisi kapıyı açınca, Mümtaz hemencecik banyoya giderek ellerini ve ayaklarını yıkamıştı; zira sokaktan geldiği gibi sofraya o şekilde oturması annesinin izni mukabilinde görülmüş şey değildi. Yemeğe oturduğunda o günün diğer günlerden daha farklı olduğunu anlaması ise fazla vakit almayacaktı. Ev, olabildiğince derli toplu, çok özel yemekler yapılmış, abi ve ablası ise en güzel elbiselerini giymişti. Evdeki bu tatlı telaşeyi anlamasa da, bir yandan önüne konan yemeği yiyerek karnını doyuruyor, öte yandan da ertesi gün sokakta yapacağı maçın hesabını yapıyordu.
Yemekten sonra annesi banyodaki sobayı yakmış, içeriden Mümtaz’ın ismini seslenmişti. Mümtaz, her zamanki kaçış yöntemlerini kullanmaya çalışsa da; annesinin kararlı tavrı sonrasında kendisini banyodaki sobanın yanında buluvermişti. Ev yapımı zeytinyağlı köy sabunu ve deriyi yakan o sıcak kazan suyuyla pir-u ak olduktan sonra adeta bir tüy gibi hafiflemiş, sonra da naftalin kokulu soğuk döşeğin içine kendisini atıvermişti. Beton gibi ağır yorganı üzerine örten annesi onu geceleyin üstünü açmaması için tembihledikten sonra rahatça uyuması için tüm ışıkları kapatmıştı. Mümtaz’ın yorgun düştüğü günün sonundaki çelimsiz vücudu ağır yün yorganın altında adeta eziliyor; odadaki duvar saati içindeki sarkacın çıkardığı ninni kıvamındaki tik-tak sesi eşliğinde uykuya dalıyordu. Uyumadan önce aklından geçen tek şey, o gün ev ahalisinin neden özel bir hazırlık yaptığına anlam verememesiydi. Bu soru aklını kurcalarken daha üç dakika bile geçmeden uykuya yenik düşecek, gün boyunca yorduğu vücudunu adeta mis gibi sabun kokusuyla marine ederek sabaha kadar dinlendirecekti.
Sabah kalktığında annesi çoktan kahvaltıyı hazırlamış, evin düzeniyle ilgili son değişiklikleri yapıyordu. Evi saran Erzurum usulü çaşır otlu menemen kokusu Mümtaz’ın acıkmış karnını adeta zapt edecek, onun ahşap yemek honçasının başköşesine oturmasını sağlayacaktı. Annesi Mümtaz’ın uyandığını görünce, önce yanaklarından öpüp, sonra da en temiz üstünü giydirerek biraz daha beklemesi gerektiğini söylemişti. Mümtaz ise hiçbir şeyden habersiz, kimin geleceğini oldukça merak ediyor, sabırsızlıkla kahvaltı yapmayı bekliyordu.
Sonunda kuş cıvıltılı o kapı zili çalıverdi. Mümtaz evin en küçüğü olmasının verdiği kıvraklıkla koşarak kapıyı açtı. Boyu ancak kapı koluna uzanmaya yetse de, kapıyı açabiliyor olması kendisinin büyüdüğünü gösteren en önemli işaretti. Evin girişinden merdivenleri tırmanan birisinin ayak sesleri git gide yaklaşıyor, o da heyecanla kim olduğunu merak ediyordu. Derken karşısına kendisinin 3-4 katı büyüklüğünde, kafasında kocaman bir kalpak, üzerinde sarı bir manto ve İspanyol paça bir pantolonla, iri cüsseli, bıyıklı bir adam dikiliverdi. Mümtaz, bu adam karşısında adeta ürpermiş, ürkek bir kısrak gibi içeriye koşarak annesinin yanına sığınmıştı. Bir yandan annesine sarılırken, diğer yandan da abi ve ablasına eve yabancı bir adam girdiğini haykırıyordu. Lakin onlar Mümtaz’ın aksine çok sevinçli bir şekilde gelen adamın elinden öpüyor ve kendisine sarılıyorlardı. Bu olaya izah getiremeyen Mümtaz, annesinin yapıştığı kolunu asla bırakmayacak, kahvaltı için hep beraber sofraya oturduklarında o adamdan olabildiğince uzak duracaktı.
Nihayetinde kahvaltı bitmiş ve çay faslı başlamıştı. Annesi Mümtaz’a, gelen adama şeker tutmasını istiyor, onun elinden öpüp sarılması gerektiğini öğütlüyordu. Mümtaz ise bu istekler karşısında köksüz bir asabiyet gösteriyor, adamdan korktuğu için annesine karşı gelmek durumunda kalıyordu. Zor da olsa, bir eliyle porselenden yapılma şeker kâsesini, diğer eliyle de bir gün önce bakkal Hayri Amca’ya doldurttuğu kolonya şişesini tutarak adama doğru yaklaştı ve ikramda bulundu.
İkram faslından sonra Mümtaz diğer odaya geçip divanın üzerine uzanarak korkusunu bastırabilmek için değişik planlar yapmaya başlamıştı. Bir gündür evde olan gizemli olaylara anlam veremiyor, gelen kişinin hüviyetini bir türlü tanımlayamıyordu. Göz kapakları kapanırken aklının bir ucundan annesinin ona aldığı ahşap kılıcı kuşanarak bir masal kahramanı gibi adamın karşısına çıkıp onu korkutmanın bir çözüm olabileceğini düşünüyor, sonrasında da adamın korkarak evi terk etmesini umuyordu.
Mümtaz bir süre divan üzerinde kestirdikten sonra kendine gelmeye başlamış, ancak kulaklarıyla duymasına mukabil göz kapaklarını aralayamıyordu. Belli ki, bir gün önce sokakta arkadaşlarıyla oynadığı maçta çok yorulmuş, yorgun bünyesi adeta uykuya hasret kalmıştı. Uyanma faslı esnasında yan odada konuşulanlara kulağını kabartarak kardeşlerinin seslerini dinlemeye başladı. Kardeşleri adamın kendilerine aldığı hediyeleri açıyor, ayrıca daha önce gönderdiği Alman çikolataları için kendisine teşekkür ediyorlardı. O da daha önce çok defa yediği Alman çikolatalarını gönderen zatın bu adam olduğunu sonunda keşfetmişti. Ama bu adam kimdi? Bu sorunun tam da aklının ucundan geçmesiyle, ablasının adama “baba” diye hitap etmesi bir oldu. Mümtaz’ın bu olay karşısında muhayyilesi sarsılmış, o vakte kadar aklı almadığı babalık makamının güzelliğini, sarih ve muayyen bir biçimde iliklerine kadar hissetmişti. İnsanın beşeri duygularını yerle bir eden bu olay karşısında hayatında ilk kez tanıştığı babasını sonunda bulmuş, büyülenmiş bir ceylan gibi koşarak kendisini onun kucağına bırakıvermişti. Almanya gurbetinde o vakte kadar ailesinden ayrı kalan babasının Türkiye’ye kesin dönüş yaptığını öğrenince sevincinden havalara uçacak, evin en küçük çocuğu olmasının verdiği imtiyazı da fırsat bilerek; hayatı boyunca hep yanında olmasını temenni ettiği yılmaz şövalyesinin elini bir daha bırakmayacaktı.
Müştak-ı cemalin gece gündüz dil-i şeydâ
Etti nigeh-i âtıfetin bendeni ihyâ
Mesrur ede hak kalb-i hümayûnunu daim
Ed’ıyye hayrın dil-ü canımda hüveydâ
|Dede Efendi|
Hülasa, fecrin doğuşu ile birlikte Mümtaz Bey, bir rüya balığı gibi en derinine daldığı çocukluk âleminin dibinden hızlıca yükselerek sonunda gerçek hayatın dalgalı yüzeyine çıkıyor; ancak vurgun yemiş bir dalgıç gibi bir türlü silkinerek kendine gelemiyordu. Mukadderatın keskin sırtında, bir yanda babasını erken yaşta kaybeden yetim çocukları düşünüp şükrediyor, diğer yanda da talihi yenme masalında yavrusunu kaybeden babaların yaşadığı o tarifsiz acıyı tahayyül ederek iç dünyasında çıktığı yolculuğu sonlandırıyordu.